19 Şubat 2015 Perşembe

SÜLEYMAN DEMİREL RÖPORTAJI

SİYASET ÜSTÜYÜM, YENİDEN DÖNMÜYORUM

Sürdürülebilir Kalkınma Derneği‟nin düzenlediği “İş Dünyası İçin Yeni Tehditler ve Fırsatlar” konferansının bu sene çok önemli bir konuğu vardı. Güney Doğu Anadolu Projesinin mimarı 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel. Son günlerde projenin önemi yeniden keşfedilmeye başlandı ve tamamlanması için özel finansman yollarının devreye sokulduğu görünüyor. Bunda yaşanan global krizin ve gıda, enerji fiyatlarındaki yüksek artışların payı olmadığını söylemek güç. Ayrıca gündemin önemli konuları arasında kapatma davasıyla başlayan Yargı-Hükümet arasındaki gerilimin giderek artması da yer alıyor. Businessweek Türkiye olarak Süleyman Demirel‟le Türkiye‟nin tarihindeki en önemli proje olan GAP, son siyasi ve ekonomik ilişkiler üzerine konuştuk.

Sizin de sunumu yaptığınız üzere GAP’ın önemi üzerine söylenecek çok fazla şey yok aslında. Ancak GAP’ın soğuk savaş dönemi projesi olduğu ve artık günümüzde önemini yitirdiği yönündeki iddialara nasıl bakmak gerekiyor?

DEMİREL Topraklarınızı bir şekilde sulamanız gerekiyor. Bunun soğuk ya da sıcak savaşla çok alakası yok. Gıdaya ihtiyacınız var, pamuğa, ete, süte, meyveye ihtiyacınız var. Tüm insanların bunlara ihtiyacı var. Gıdanın, temiz suyun ve enerjini bu kadar önemli hale geldiği bugün GAP‟ın önemi azalmış değil artmıştır. Petrolün varili bugün 130 dolar, tonu bin dolar demek bu. Bu da kw saati 25 sentlik elektrik demek. Biz GAP ile kw saati 5 sente elektrik üretebiliyoruz. GAP‟ın önemi hiçbir zaman azalmaz, tersine artar.

Özellikle küresel ölçekte yaşanan gıda ve enerji fiyatlarındaki kriz GAP’ın öneminin yeniden keşfi açısından nasıl değerlendirilmelidir?

DEMİREL Bugünkü toplantıların ana temasına bakarsanız bunların hepsinin GAP‟ın kapsamı içinde yer aldığını görüyorsunuz: Gıda, enerji, temiz su, iklim. Dünyanın meşgul olduğu konulara çözüm içeren bir projeye sahipsiniz ve proje tüm dünyaya ne kadar önemli olduğunu ispatlamış. Türkiye‟ye yaptığı katkılar, yapılan masrafları kat kat aşmış durumda.

Peki bu önemine rağmen neden hala tamamlanabilmiş değil?

DEMİREL Kimseyle herhangi bir polemiğe girmek istemiyorum bu konuda. 1998 senesinde Milli Güvenlik Kurulu‟ndan bir karar geçirdik. O dönemde ben Cumhurbaşkanı olarak MGK‟nın başı konumundaydım. Bu projenin 10 sene içerisinde tamamlanmasına yönelikti bu karar. Fakat sonra gelen hükümetler bu kararı maalesef uygulamadılar. İşin içerisinde geniş çapta bir ihmal var benim kanaattimce. Halbuki bir an önce uygulansa Türkiye‟nin çimentosu olabilecek kadar önemli milli bir proje bu. Gurur projesi gerçekten. Neyiniz var bu ülkede dendiğinde „işte bu var‟ diye gösterebileceğiniz önemde bir proje.

Mevcut küresel krizin bu noktada bir fırsatı yeniden keşfetmek adına faydalı olduğunu da söyleyebilir miyiz?

DEMİREL Bunun küresel krizle bir alakası olduğunu düşünmüyorum. Bu bize lazım olan bir proje. Şunu söyleyebiliriz, dünyadaki değişim şartları içinde yansıması daha etkili olmaktadır. Türkiye enerjiyi ithal eden bir ülke. Bugün yüzde 70 oranında dışarıya bağımlıyız enerji alanında. Hadiseyi bu açıdan değerlendirirsek gerçekten önemini daha iyi belirtmiş oluruz.

Biraz güncel politikaya dönersek, son günlerde yaşanan yargı ve hükümet arasındaki gerilimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

DEMİREL Hoş birşey değil. Meselelerin bu noktaya gelmesi çok da arzulanan bir durum değil. Dışardan bakanlar bizim Türkiye‟yi yönetemediğimiz kanaatine sahip olur bu manzaralar karşısında. Eğer Türkiye yönetilebiliyorsa kurumları arasında bir sürtüşme olmaması lazım. Kurumlararası ahengi sağlama görevi Anayasa, Cumhurbaşkanı ve Hükümetindir. Yargıyla ilgili şunu söyleyeyim size, yargıyı hedef olmaktan çıkarmak lazım. Yargı devlet demektir. Hiç kimse yargıyla uğraşmasın. Yargıyı küçük düşürecek ve zedeleyecek adımlardan sakınılmalı.

Son yaşanan gerilimin Yargıyı hedef haline getirdiğini düşünüyor musunuz?

DEMİREL Yargı bunu hissetmiş görünüyor. Mahkemeye intikal etmiş bir konunun bu kadar gündemde tutulması yanlış. Bırakın Yargı ne kararı verirse verir. Ama Yargı Başsavcı‟nın her gün yıpratılmış olmasından şikayet ediyor. Başsavcı görevini yapıyor. Bu ona Anayasa‟nın verdiği bir görev. Ayrıca Yargı konuyla ilgili her gün dışardan bir beyanat yapılmasından şikayetçi; kapatırsanız şöyle olur, kapatmazsanız böyle olur. Yargının sorununu anlamak lazım biraz.

Geçtiğimiz haftalarda yeniden siyasete döneceğinizle ilgili birkaç haber çıktı basında. Eski bakan, milletvekili ve bürokratlarla yaptığınız bir görüşme neticesinde çıkan bu haberler ne derece doğru?

DEMİREL Öncelikle şunu belirteyim, ben kimseyle herhangi bir toplantı yapmış değilim. Beni ziyarete gelen insanlar var. Her zaman olan normal birşeydir bu. Sürekli ziyaretçilerim 40 yıldır gelip giderler. Ben siyaset üstü bir konumdayım. Herkes kendi işine baksın.

Yani yeniden döneceğinizle ilgili haberler gerçeği yansıtmıyor mu?

DEMİREL Şu an siyasette bana ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum. O işleri yapacak insanlar var şu anda. Ben size Türkiye‟nin gerçeklerini anlatıyorum. Bakın, bir buçuk saat anlattım burda Ankara‟dan gelerek. Ayrıca bunları ilk defa da anlatıyor değilim. Neredeyse 40 yıldır anlatıyorum. İşte bu sayededir ki orada övünebileceğiniz bir eser var şimdi. Türkiye‟nin morale ihtiyacı var, manevi bir güce ihtiyacı var, yürek gücüne ihtiyacı var.

Bu noktada da belki sürdürülebilir kalkınma kadar “sürsürülebilir bir siyaset” de önem arz ediyor.

DEMİREL Sürdürülebilir moral şu an hepsinden daha büyük önem arz ediyor.

Siz 1970’lerde tüm dünyada yaşanan Petrol Krizi dönemlerini de yaşadınız. Bugünle kıyasladığınızda günümüzdeki krizden en az zararla çıkabilmek için neler yapılmalı?

DEMİREL Türkiye özellikle elektrik meselesinde geç kaldı. İki sene önce karanlığa gittiğimizi söyledik. Bugünden yapılacak da çok fazla birşey yok. Bakın, elektrikler çok sık kesilmeye başladı. Bunlar iyiye işaret değildir. Türkiye hiç vakit kaybetmeden yeni projelerini yürürlüğe koymalıdır. Şu an otuza yakın önemli proje vardır beklemede olan. Bunlar acilen yürürlüğe sokulmalıdır. Beş senelik bir planlama yapılmalı. Türkiye karanlığa mahkum edilmemeli.

Bugünkü manzara da göz önünde bulundurulduğunda, hükümetler neyi önceliklerine almalı?

DEMİREL Hükümetlerin birinci önceliğ huzur ve sükunu sağlamak olmalıdır. Halkı tedirgin etmemek, halkı tedirgin edenlerden milleti kurtarmak. Asayiş, huzur ve sükun. Bunlar en önemli meselelerdir. İkincisi kalkınma. İstikrar ve istihdam yaratan politikalar üretilmeli.

Sizce şu an bir asayiş ya da huzursuzluk sorunu var mı ülkede?

DEMİREL Huzursuzluk sadece asayişe bağlı birşey değil ki! Gerilim var halk arasında. İnsanların kendilerini germesi de bir asayiş sorunudur. Hergün yapılan tartışmalar bu insanları geriyor. Bu tartışma yapılmasın demek değildir. Ben zaten “Konuşan Türkiye” istiyorum. Ancak bu tartışmaları halkı rahatsız edecek şekilde değil, rahatlatacak şekilde yapmak gerekiyor.

Son yaşananlarla birlikte siyasi saflaşmaların daha da keskinleştiğini düşünüyor musunuz?

DEMİREL Zaten yeteri derecede saflaşmış durumda şu an. Daha fazla saflaşmasını da istemiyorum. Halkımız da istemez böyle birşeyi. Halkımız bölünmeyi istemez. Bana göre anlamsız tartışmalar yapıldı ve bu da mevcut gerilimi yaratmış durumda.

İktidar partisine yönelik açılan kapatma davasının çok da olumlu neticeler sağlamadığını söyleyebilir miyiz?

DEMİREL Kapatma davası yargının işidir. Bir ülkenin kanunlarına bakmak lazım. Kanunlarda diyorsa ki kişi şu suçu işlemişse mahkemeye gider, yani suçlu demiyor bakın sanık deniyor, şu suçu işlemişse partisi kapatılır deniyorsa, yani Anayasanızda bu varsa partiyi niye dava ettiniz diye Başsavcı‟yı itham altında bırakmanın hiçbir anlamı yoktur. O zaman a maddeyi anayasadan çıkarmak lazım. Türkiye‟de bir panik yaşandı parti kapatılıyor diye. Biraz sabır lazımdı, o sabır gösterilemedi. Yargı da bundan haklı olarak rahatsız oldu. Yargıyı rahatsız etmeye kimsenin hakkı yoktur.

Neticeyle ilgili bir tahmininiz var mı?

DEMİREL Onu kimse bilemez şu an. Onu yargı bilir. Bu kadar meraklı olmamak lazım. Türkiye büyük bir ülke. Yargı kendi kararını verecektir. Siz bırakın bunları. Dünyanın sonu değil nasıl biteceği. Herkes kendi işine bakmalı.

DOSTA DÜŞMANA KARŞI

Türkiye bölümü yaklaşık 144 milyon dolara mal olan Türkiye-Yunanistan Doğalgaz Boru Hattı projesi, Türkiye üzerinden Avrupa'ya ihraç edilecek ilk gazı taşıyacak olması açısından ayrı önem taşıyor.

Türkiye uzun bir süredir bölgesinde domine edici güç olma yolunda derin adımlar atıyor. Siyasal anlamda olduğu kadar ekonomik anlamda da atılan adımlar, her ne kadar ikisi birbirini destekleyen ilişkiler bütünü olsa da, uzun vadede kalıcı etkilere sahip olacak. Bu bağlamda Türkiye’ nin, enerji alanında geçmişte projelendirdiği tasarılar hayat bulmaya başlıyor. Bunun en somut örneklerini son zamanda enerji alanında atılan adımlarda görmekteyiz.

Türkiye, kaynakları yönüyle çok da iç açıcı olmayan enerji tablosunu jeopolitik avantajına dayalı enerji koridoru olma rolüyle companse etmeye çalışıyor. Birçok uluslararası enerji hattının temel taşlarından biri olarak, Botaş çok sayıda uluslararası projeden konsorsiyumlara katılması için teklif almaya devam ediyor.

MEVCUT HATLAR

Şu an faaliyette olan ve faaliyete geçecek olan hatlar gözönünde bulundurulduğunda Türkiye’ nin Avrasya ve Ortadoğu bölgesine olan komşuluğunu, Avrupa’ yla ilişkilerini geliştirmeye yönelik adımlara da dönüştürmeye çalıştığı söylenebilir. Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı, Hazar Geçişli Türkmenistan-Türkiye-Avrupa Doğalgaz Boru Hattı, Azerbaycan-Türkiye Doğalgaz Boru Hattı(Şahdeniz), Türkiye-Yunanistan Doğalgaz Boru Hattı, Mısır-Türkiye Doğalgaz Boru Hattı, Irak-Türkiye Doğalgaz Boru Hattı ve Avrupa’ ya gaz taşıma amaçlı Türkiye-Yunanistan-İtalya Doğalgaz Boru Hattı ile Türkiye-Avusturya Doğalgaz Boru Hattı(Nabucco), hazırda Türkiye’ nin içinde olduğu uluslararası projeler. Bir kısmı faaliyete geçmiş olup, bazıları da hala bekleme aşamasında.

Faaliyete geçenler arasına geçtiğimiz günlerde katılan Türkiye-Yunanistan Doğalgaz Boru Hattı, Şahdeniz doğalgazını Avrupa'ya taşıyacak hattın da ilk ayağı aynı zamanda. Başbakan Erdoğan’ ın açılışta, "Türkiye'nin geniş bir enerji vizyonu vardır. Bu vizyon doğrultusunda jeostratejik konumumuzla birlikte bölgede enerji merkezi dağıtıcısı ve transit ülke pozisyonumuzu güçlendirmeye çalışıyoruz" şeklindeki beyanı, Türkiye’ nin planlan projeleri realizasyon amacının kısa bir özeti aslında. Hattan ilk etapta yılda 250 milyon metreküp doğalgaz sevk edilecek. Bu rakam daha sonraki yıllarda kademeli olarak 3 milyar metreküpe kadar çıkartılacak.

HATTIN KISA TARİHİ

Türkiye ve Yunanistan doğalgaz şebekelerinin enterkonneksiyonu ve Güney Avrupa Gaz Ringi'nin gerçekleştirilmesi kapsamında başlatılan Türkiye-Yunanistan doğalgaz boru hattı projesinin fizibilite çalışmaları 25 Mart 2002 tarihinde tamamlandı. 28 Mart 2002 tarihinde ise Ankara'da, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı ile Yunanistan Kalkınma Bakanı'nın huzurunda BOTAŞ ve DEPA (Yunanistan Devlet Doğalgaz Kurumu) Genel Müdürleri tarafından Mutabakat Zaptı imzalandı. Projeyle ilgili olarak Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı ile Yunanistan Kalkınma Bakanı tarafından 23 Şubat 2003 tarihinde bir hükümetlerarası anlaşma da imzalandı. Türkiye-Yunanistan doğalgaz boru hattının temeli de 3 Temmuz 2005 tarihinde Başbakan Erdoğan ve Yunanistan Başbakanı Karamanlis tarafından atılmıştı.

Aslında hattın açılışı için 16 - 26 Ağustos tarihleri arasında bir gün düşünülüyordu ancak, Yunan tarafından erteleme talebi gelmesi üzerine 18 Kasım tarihinde gerçekleşebildi ancak.

HAT NEDİR NE DEĞİLDİR?

Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis , Türkiye-Yunanistan doğalgaz boru hattı projesini iki ülke arasında işbirliğinin gelişmesi açısından oldukça önemli ve büyük bir adım olarak görüyor. Projeyi bölge istikrarı açısından önemli bulduğunu söyleyen Karamanlis, işbirliği ve ilerleme için cesaretli olunması gerektiğini söylüyor.

Azerbaycan cumhurbaşkanı Aliyev de bunu Azerbaycan-Avrupa ittifakı olması yönüyle değerlendirerek ayrı bir önem atfediyor. "Bundan sonra uzun yıllar Azerbaycan, hem kendi enerji ihtiyacını temin edecek, hem de ortaklarının enerji ihtiyacı için özkaynaklarını sunacak."
Erdoğan, sağlam ekonomik ilişkilerin siyasi ve kültürel ilişkilerdeki gelişmeleri de beraberinde getirdiğini, bu yüzden bu projelerin her açıdan anlamlı ve önemli olduğunu
belirtiyor.

Proje şu an için üç ülkeyi bağlasa da ilerleyen yıllarda İtalya’ da bu işbirliğine dahil olacak. Zaten Güney Avrupa Gaz Ringi Projesi'nin bir sonraki aşaması olan ve Türkiye-Yunanistan doğalgaz boru hattının Adriyatik deniz geçişi ile İtalya'ya uzatılmasını kapsayan projeyle ilgili olarak BOTAŞ, DEPA ve İtalya'dan EDISON şirketleri arasında 4 Ekim 2002 tarihinde bir mutabakat zaptı imzalanmıştı. 31 Ocak 2007 tarihinde de İtalyan ve Yunan hükümet temsilcileri Atina'da Yunanistan-İtalya bağlantı hattının inşasına ilişkin resmi anlaşmayı imzaladılar.

Proje kapsamında 2012 yılında Yunanistan'a yılda 3.6 milyar metreküp ve İtalya'ya yılda 8 milyar metreküp gazın Hazar ve Ortadoğu kaynaklarından sağlanarak Türkiye üzerinden taşınması planlanıyor.

HATTIN ADI KENDİNDEN BÜYÜK

Her ne kadar açılışı yapılan boru hattı büyük gibi gözükse de, aslında teknik anlamda şimdilik küçük bir kapasiteye sahip olduğu söylenebilir. Türkiye’nin yıllık doğalgaz tüketiminin yaklaşık 34 milyar metreküp olduğu düşünüldüğünde bu projenin Türkiye açısından öneminin sadece Yunanistan ve ilerleyen adımlarda AB ile olan stratejik ekonomik ilişkilerinin geliştirilmesine yönelik olduğu da iddia edilebilir. Yunanistan için de bu durum pek o kadar farklı değil. Enerjisinin büyük bir kısmını yerli kaynaklardan elde eden Yunanistan’ın yıllık 3,5 – 4 milyar metreküplük doğalgaz tüketimi var. Doğalgaz tüketiminin yüzde 6 kadarını bu hattan karşılayacak olan Yunanistan için, dış ilişkilerde Türkiye ile birlikte, enerji gibi uğruna savaşların yapıldığı bir konuda ufak da olsa bir projeye başlaması büyük bir adım. Boru hattının avantajları uzun vadede büyük gibi görünse de, yanlış politika ile verilen emeklerin boşa gitmesi ihtimali de var.

Boru hatlarının enerjiyi komşu ülkeler arasında nakil ettiği düşünülürse dış politikanın etkisinin büyüklüğü olumlu olacağı gibi olumsuz da olabilir. Örnek olarak, bu boru hattından çok daha önce yapılan ve kapasitesi de oldukça yüksek olan Kerkük-Yumurtalık ham petrol boru hattı Türkiye’nin dış politikası gereği bir türlü tam kapasite çalışma olanağı bulamadı. Irak savaşından önce iki ülke arasındaki gerginlik sebebiyle Saddam’ın ambargosuna uğrayan boru hattının, daha sonradan da Amerikan yönetiminin stratejileri gereği istikrarlı bir faaliyete geçemediği ortada. Hatta savaş sırasında ve sonrasında boru hattının güvenliği yok denecek kadar azalmış hatta defalarca sabotaja uğramıştı. Dış politikaların boru hatlarının geleceğini belirleyeceği düşünüldüğünde, Türkiye’nin oynanan enerji oyununda satranç tahtasındaki piyonlardan birisi olmaktan vazgeçip, oyuncu olmaya çalışması, stratejik konumunu değerlendirmek adına büyük bir adım olabilir.

ABD ile Rusya arasında oynanan enerji oyununda, Türkiye bazen ABD’nin sözünden çıkmayarak alışkın olduğu yavaş hareket etme konusunda adımlar atsa da, bazen ABD’ye yaptığı hamleler ile kafaları karıştıran bir politika sergilediği izlenimi de yaratıyor. Rusya’nın doğalgaz pazarı haline dönüşen AB’nin zaman zaman ABD ile Türkiye üzerinden Rusya’ya karşı yaptığı hamleler ve buna karşılık olarak Rusya’nın yaptığı karşı hamleler düşünüldüğünde, Rusya’nın bu oyunda oldukça güçlü bir oyuncu olduğu söylenebilir. Oldukça tehlikeli olan bu oyunda Türkiye’nin kendi menfaatlerini gözeterek hareket etmesi gerektiğini vurgulayan İstanbul Teknik Üniversitesi Enerji Enstitüsü Müdürü Prof.Dr. Abdurrahman Satman, “ABD, Rusya ile oyun oynuyor ve burada Türkiye üzerinden zaman zaman hamleler yapılıyor. Türkiye’nin bu hamleleri iyi değerlendirmesi lazım” diyor.

GÖVDE GÖSTERİSİ GİBİ AÇILIŞ

Hattın açılışı bir açıdan büyük güçlerin bir meydan okumasını da andırır gibiydi. Törene katılanlar arasında bir isim dikkat çekiyordu.ABD Enerji Bakanı Samuel Bodman. Aslında verilmek istenen mesaj açıktı. Bölgede enerjiyle ilgili bir adım atılacaksa bu ABD’ nin gözetiminde ve güdümünde olmaya mecburdur. Aynı zamanda Rusya’ ya da derinden bir mesaj verildi: Alternatifsiz olmadığını görmelisin!..

2006’ da AB Komisyonu tarafından Yeşil Kitap( Green Paper) adlı bir öneri çalışması yayınlandı. Üzerinde durulan şey enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesine yönelik faaliyetlere ağırlık Verilmesiydi. Bu bağlamda , enerji üreten ve transit rol üstlenen ülkelerle işbirliğinin geliştirilmesine öncelik vermek ilk hedef. Ancak merak konusu olan şey burda ABD’ nin mesaj kaygısı yaşadığı tek ülkenin Rusya olup olmadığı. Küresel güç olma iddiasını her zaman sürdürecek olan AB de ilerde enerji anlamında ABD’ nin amansız bir rakibi olmaz mı, ki mevcut durum bunun sinyallerini vermekte? AB’ nin Rusya olan aşırı bağımlılığından sıyrılmasının tek yolu enerji kaynaklarını çeşitlendirmek. Her ne kadar “yenilenebilir enerji”den bahsedilse de hidrokarbon kaynakları companse etmek yakın gelecekte çok da mümkün görünmüyor. Burada da İran ve Hazar kaynakları gündeme geliyor. Mevcut iktidar kavgaları da bu bölge özelinde şekillenmekte zaten. ABD’ nin uzun zamandır dillendirmeye çalıştığı dış politikası da bu ana eksen üzerinde şekillendiği çok açık.

Doğal gazı tankerlerle taşımanın(!) maliyetine katlanmak istemeyecek olan ülkeler için Türkiye kilit rolünü korumya devam edecek. Kimse enerji anlamında sadece Rusya’ ya bağlı olmak istemiyor, özellikle geçtiğimiz sene Gürcistan’ a kış ortasında yaşattığı acı tecrübeden sonra. Bu noktada Türkiye’ nin alternatifsizliği devam edecek gibi görünmekte. Elinin altındaki “vana gücü” her an realize edilmeye çok müsait olmasa da, Almanlar’ ın dediği gibi; elinde bulunsun, bir gün elbet lazım olur...

BİTMEYEN ŞARK MESELESİ


19. yüzyılın ortalarından başlayarak, Batılı büyük devletlerin Osmanlı üzerindeki her türlü genel siyasetinin çerçevesini oluşturuyordu Doğu Meselesi. Coğrafi bir konumlanma sonucu verilmiĢti bu ad, zira Osmanlı doğuda kalıyordu Batılı devletlere göre. Ancak bu sorunun mikro bazda ve terimsel anlamda, o dönemden bir miras olarak Cumhuriyet Türkiyesi’ ne intikali, garip bir tarihi tesadüf olsa gerek.

Sosyal bilimlerin, konularını incelerken indirgemeci bir bakış açısıyla ele alması, çoğu zaman parçanın bütününe giden yolda bir sığlık! körlüğü yaratsa da, bunun artık, çok boyutlu ve derinlikli hale gelen modern dünyada bir zorunluluk olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Ne ekonomik, ne sosyal ne de psikolojik unsurları dikkate almadan yapılacak değerlendirmeler daha başlangıcında yanlışlanmaya mahkum durumda. Bu çok boyutluluğa artık hadiselerin mikro ve makro düzlemlerdeki salınımlarının da eklenmesiyle ortaya çıkan tablo, çağın insanını, Nietschze’ nin “ olgu yok, yorum var..” diyerek temellerini attığı postmodern çeşitlilikle, uluslararası modernite artığı baskıların arasında sıkıştırıyor.

Doğu ve güneydoğu özelinde terör bağlamında yapılan değerlendirmeler her ne kadar tarihsel boyutundan bağımsız düşünülemezse de, salt ekonomik bakış açısıyla gerçekleştirilecek bir indirgemecilik bizi en azından, çağın insanının artık “homo economicus” evrimsel aşamasına en yakın çizgide durduğu realitesinden koparmıyor. Bu açıdan bakıldığında, insanların öncelik hiyerarşisinin en tepesinde ekonominin yer aldığı açıkça görünüyor. Doğruluk yüzdesi tartışılamayacak olan bu önerme, bölgeyle ilgili değerlendirmelere başlangıç açısından önemli.

RAKAMLARLA GÜNEYDOĞU

1980’ lerde başlayan terör faaliyetlerinden en fazla etkilenen iki bölgeden biri olan Güneydoğu Anadolu bölgesi için iddia edilegelen tezlerin başında, bölgelerdeki ekonomik geri kalmışlığın terörü tetiklemiş olduğu yer almakta. Bölge illerinin milli gelirden en az payı almaları, istihdam olanaklarının sınırlılığı ve mevcut terör endişesinin bölgeden göç üzerindeki hızlandırıcı etkisi yadsınamaz. Bu anlamda bölgeyle ilgili yatırımların hayatiliği, bölgesel kalkınmayla beraber tüm ülkenin ekonomik perspektifine de katkı sağlayacak bir öneme sahip.

Bu noktadan hareketle, bölgenin içinde bulunduğu durumu net bir şekilde ortaya koyabilme becerisi, doğru tedavi doğru teşhisle yapılır düsturuna paralel bir biçimde önem arz ediyor. Yapılacak doğru bir analiz, AKP’nin şu anda nerede konumlandığını algılamak açısından da kritik. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) resmi sitesinde herkese açık bir biçimde yayınlanan veriler resmin genel hatlarını çiziyor aslında. 2006 yılı verilerine göre işgücüne katılma oranında yüzde 34.5 ile -ki bu oran Türkiye ortalaması için yüzde 48- en düşük seviyeye sahip bölge. Yüzde 14 işsizlik oranı ile de -Türkiye ortalaması yüzde 9.9- en yüksek olduğu bölge. Zaten istihdam konusu bölgenin karşı karşıya olduğu en büyük sorun olarak gösteriliyor. Yerel bir gazeteye açıklamalarda bulunan Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Kaya’nın vermiş olduğu örnek de bu durumu destekler nitelikte. Kaya “Diyarbakır’da aktif işgücü nüfusu %40’ı oluşturmasına rağmen, ki bu 600 bin
2
kişiye tekabül ediyor, sürekli çalışanların sayısı ise 200 bin kişiyi bulmamaktadır.” diyerek var olan sorunu somutlaştırıyor.
Bununla birlikte istenilen yatırım düzeyinin bir türlü elde edilememiş olması da yapılan tüm stratejilerin aksamasına neden oluyor. Bahçeşehir Üniversitesi’nden Prof Dr. Seyfettin Gürsel bu yetersizliği farklı bir çerçevede değerlendiriyor. “Bölge kendi burjuvazisini yaratamadı” diyen Gürsel yatırımın bölge kalkınmasındaki en kilit kavram olduğunu belirtiyor. Gaziantep gibi istisnalar olmasına karşın bölge, genelinde girişimci iş adamı profilini oturtamamış olmanın sıkıntılarını yaşıyor. Yine konuya ilişkin, Devlet Planlama Teşkilatı Bölgesel Kalkınma Koordinatörlerinden Faruk Tezer, sorunun biraz da bölge insanına(girişimciliği beklenen iş adamları kastedilerek) yöneltilmesi gerektiğini, zira meseleyi sadece devletin yetersiz teşvik politikalarına indirgemenin, parçanın bütününü görmeyi engelleyeceğini söylüyor.

BARDAĞIN DOLU TARAFI

Bu olumsuz tabloya rağmen bölgede bir değişimin yaşandığını da göz ardı etmek haksızlık olur. İktisadi mantığın bir ürünü olan enerji harcamasının kalkınmışlığın bir göstergesi olması varsayımından hareket edilerek basit bir analiz yapılabilir örneğin. Kullanım yerlerine göre elektrik tüketimi altında kişi başı elektrik tüketimi incelendiğinde 2001 yılında 866 kWsaat iken bu rakam 2005 yılında 1123 kWsaat’a çıktığını görmek mümkün. Kişi başı elektrik tüketimindeki bu yüzde 30’lük artışın yanı sıra, kişi başı sanayi elektrik tüketiminde de aynı yıllar arasında yüzde 33’lük bir artış sağlanmış durumda. Bir önceki yıla göre nüfus artışı yüzdelerinde de 2001 yılında yüzde 22.56 iken bu oranın 2004’de yüzde 21.23’e düştüğü de hesaba katılırsa, basit bir çıkarımla son 6 yıllık dönemde bölge ekonomisinde bir hareketlenme olduğunu görmek zor değil.

Bununla beraber genel seçimlerde ve referandumda ortaya çıkan durum bu değişimin bir diğer boyutunu oluşturuyor. AKP’nin 22 Temmuz seçimlerindeki yakaladığı başarının arkasındaki en önemli etkenlerden birisi de kuşkusuz Güneydoğu Anadolu’dan gelen oylardı. Genel kanı, yıllardır yetersiz kalkınma ve terör kıskacında olan bölge halkının istikrara oy verdiği şeklindeydi. Referandum sürecinde bu illerde yüzde 70’in üstünde bir katılım oranı, yüzde 90’ın üstünde evet oyu oranı elde edildi. Böylece, referandumda da Türkiye ortalamasının üstünde bir performans yakalandı. Üstelik bu gelişmeler, gittikçe tırmandırılarak, ülke gündemini son günlerde daha fazla meşgul eden terör olaylarının gölgesinde gerçekleşti. Bu durum aslında, milli hassasiyetlerin sınandığı böyle tansiyonlu bir dönemde, çok fazla dillendirilmese de Güneydoğu halkının beklentileri, dolayısıyla çözümün nerede aranması gerektiği hususlarında önemli ipuçları veriyor.

NELER YAPILDI, YAPILIYOR VE YAPILMALI...

Güneydoğu Anadolu özelinde gerçekleştirilen ve bölgenin topyekün kalkınmasına yönelik en kapsamlı ve önemli yatırım hal-i hazırda GAP. 1989 yılında bir kanun hükmünde kararnameyle kurulan GAP Yüksek Kurulu uzmanları GAP’ı, yörenin topyekün sosyo- ekonomik kalkınmasını hedefleyen, çok sektörlü, entegre ve sürdürülebilir bir kalkınma anlayışı ile ele alınan bir bölgesel kalkınma projesi olarak tanımlıyor. Türkiye’ nin en büyük bölgesel kalkınma projesi olan GAP’ ın toplam yatırım değerinin, tamamlanması durumunda 32 milyar doları bulması bekleniyor. Proje, Avrupa Birliği’ nin de hibe formatındaki kısmi desteğine de sahip. 7 Aralık 2001 tarihinde Hazine Müsteşarlığı, GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı (GAP-BKİ) ve Avrupa Birliği arasında imzalanan finansman anlaşması ile yürürlüğe giren GAP Bölgesel Kalkınma Programı, 2002 yılından itibaren 5 yıllık bir uygulama dönemini kapsıyor ve programın toplam finansman tutarı 47 milyon Euro. Ayrıca tamamı hibe olarak sağlanıyor.

Programın amacı, Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşayan insanların ekonomik ve sosyal koşullarının iyileştirilmesi, istikrarlı ekonomik büyümeye katkıda bulunulması ve bölgesel eşitsizliklerin azaltılmasının yanı sıra bölgenin üretkenliğinin ve istihdam kapasitesinin artırılması gibi ulusal hedefleri de kapsamakta.

GAP’ ın bölge için ekonomik ve sosyal her derde deva olacağı algısı ve yüklenen önemin boyutu onu, bölge ile ilgili hesapları olan kesimlerin de hedefi haline getirmekte. Terörün bölgedeki etkinliğini kıracak yegane kapsamlı proje olması, projenin ana damarları olan Fırat ve Dicle’ nin Irak’ la aramızda geleceğe yönelik çıkarması muhtemel ihtilafları da içinde barındırması, İsrail’ in de su kaynaklarına olan bağımlılığının, kimi kesimlerce çıkacak su savaşlarının önemli bir aktörü olacağı teorileri projenin kırılganlığını da artırıyor. Zira çok çeşitli nedenlerle proje uzun zamandır askıda izlenimi vermekte ve gündemde hakettiği değeri görmüyor. Bunun, devletin bölgeyi kalkındırmaya yönelik hiçbir adım atmadığını söyleyerek kendini konumlandıran bir kesimin işine geldiği açık. Ayrıca projenin zaman zaman PKK’ nın provakosyonlarına uğramış olduğu da herkesçe biliniyor.

GÜNEYDOĞU VS. DOĞU ANADOLU

Sınırı olduğu ülkeler de göz önünde bulundurulduğunda, Doğu Anadolu bölgesine kıyasla ayrı bir önemle değerlendiriliyor Güneydoğu Anadolu. Ülkenin en yüksek ve dağlık ve aynı zamanda ulaşım olanaklarının en zor olduğu bölge olmanın bedelini çok ağır ödeyen Doğu Anadolu’ nun tek umudu bölgesel kalkınma şemsiyesi altındaki sektörel kalkınma programları. Bu anlamda bölge özelindeki kalkınma planlaması, Devlet Planlama Teşkilatına bağlı Avrupa Birliği Bölgesel Programlar Dairesi’ nin yürüttüğü Doğu Anadolu Kalkınma Programı çerçevesinde şekilleniyor.

Program koordinatörlerinden Fulya Evren, şu an bölge için AB tarafından kabul edilip fonlanmış 309 adet proje olduğunu ve bunun bölgeye ayırılan AB hibe fonlarının yüzde 87’ sinin aktivasyonuna tekabül ederek oldukça ciddi bir oran teşkil ettiğini söylüyor. Bölgeyle ilgili projeler genel olarak dört ana başlık altında toplanıyor. Bunlar tarım, kobi, yerel kalkınma ve turizm. İstihdam yaratmaya yönelik olmaları projelerin kabulu için artı puan oluşturuyor. Mevcut AB Çerçeve Anlaşmaları kapsamındaki hibe teşviklerinin de etkisiyle DPT artık, varolanı tesbite dayalı klasik ekonomik analizlerine, spesifik sektörlere yönlendirme amacı güden teknik analizlerini de eklemiş durumda. Zira yıllardan bu yana gerçekleştirilmeye çalışılan bölgesel kalkınma hamlelerinin hantallığı, daha dinamik bir yapıya sahip olan sektörel planlamalarla aşılmaya çalışılıyor artık. Gelişmeleri bizzat yerinde takip ve koordine etme amaçlı Program Koordinasyon Merkezi’ nin Van’ da kurulmuş olması, merkezi hantallığı kırma yolunda önemli bir adım niteliği taşımakta aslında.

İNİSİYATİFLER UZLAŞISI

Bölgeye yönelik sorunların en başında gelen istihdam yaratma planlamasının, önemini ve teşvik edici rolünü de gözardı etmeden, sadece “milyon euroluk” AB hibe fonlarıyla çözülebileceğini ümit etmek gerçeklikten çok uzak duruyor. Hükümetin bölgeye yönelik katkılarının sürdürülebilir bir boyuta ulaşması, devlet politikalarına sivil inisiyatifi entegre etmekle mümkün ancak. Bölgeye yatırımları teşvik için mevcut politikaların yetersizliği ortada. Yatırımı cezbedecek ve kolaylaştıracak parametreler belirlenirken çeşitli odaların ve meclislerin de karar süreçlerine dahil edilmesi elzem görünüyor.

Bugüne kadar uygulanan politikalarla neden istenilen sonuçlara ulaşılamadığının tesbiti ve tashihi, beyin fırtınası çerçevesinde bir ilk adım olması açısından önemli. Sadece ekonomik indirgemeci bir bakışla gerçekçi çözümler hedeflemek bölge gerçekleriyle örtüşmüyor. Hala yoğun bir feodal ve aşiret bağlarıyla örülü ilişki yapılarının hakim unsur olduğu bölgelerin, salt jakoben bir ekonomik ve onu takip edecek modernleşme projesine mazur bırakılması, merkeze yöneltilebilecek tepkiselliğin şiddetini artırıcı ters bir tepki de yaratabilir ki, tek parti dönemi politikalarında bunun örneklerine rastlamak mümkün . Bunun önüne geçmenin en önemli yollarından biri belki de ikinci Mahmud’ un ayanlarla yaptığı gibi Sened-i İttifak’a benzer bir uzlaşı. Elbette ki bu, yerel unsurları dikkate almaktan ve süreçlere dahil etmeye çalışmaktan öte bir anlama pratiğine açık değil. Zira Sened-i İttifak, merkezin otoritesini ayanlarla paylaşmaya başlaması yönüyle tek hükümran olma konumundan feragati de demekti aynı zamanda.

Mevcut konjonktürün ateşleyici etkisiyle de hakim olmaya başlayan askeri retoriğe, bir de siyaset ve bürokrasi arasındaki hız ve vizyon farkından kaynaklanan etkinsizlik eklendiği takdirde, bölgenin, etki alanından kurtarılmaya çalışıldığı terörün tek panzehiri olan ekonomik gelişmesi, bir süre daha rafa kaldırılmaya mahkum gibi duruyor. Bunu aşmanın tek yolu ise, siyasetten bağımsız, halkla entegre ve ağırlıklı olarak sivillerin başını çektiği ekonomik politikaların acil olarak yürürlüğe konulması olarak görülüyor. Bitmeyen şark meselesi bu yolla tarihsel nihayetine de ulaşır belki de, kim bilir?...

BATI’NIN GÖZLÜĞÜNDEN OLUP BİTENLER

301. maddeyle ilgili değişikliğin meclisten geçmesinin ardından Hükümet kapatma davasıyla ilgili ön savunmasını da Anayasa Mahkemesine iletti “Bu yeterince iyi değil. 301'in, Mussoli'nin faşist yasalarını model alan bir düzenleme olması bir yana, devlete hakaret anlayışı, Orta Çağ'da kraliyet ailelerine hakaret edilmesini önleyen yasalar kadar eski ve mutlakiyetçi. Bunun Türkiye gibi kendine güvenen, modern, demokratik, geleceğini Avrupa Birliği'nde gören bir cumhuriyette yeri yok.” Adı geçen maddedeki değişiklik ile ilgili Financial Times‟ın değerlendirmesi ve Avrupa Parlamentosu‟nun geçtiğimiz hafta başında Türkiye ile ilgili raporu neredeyse tüm üyelerinin olumlu oyuyla kabul etmesi, hükümete yeni bir “ev ödevlerini hatırlatma” ikazı olması açısından anlamlı.

Rapora zemin teşkil ettiği iddiaları bir yana, mevcut kapatma davası ve bunun Batı dünyası tarafından algılanma şekli, Türkiye‟nin siyasi ve ekonomik geleceğindeki hayatiyetini korumaya devam ediyor.
Raporun, hazırlanma aşamasında AKP‟li milletvekillerinin müdahalesine maruz kaldığı söylentileri de basında çokça yer aldı. Bu bir ölçüde raporun algılanma noktasındaki ciddiyetini kaybetmesine neden olsa da, uzun bir “acilen yapılması gerekenler” listesi içermesi açısından hükümeti içine düştüğü rehavetten uzaklaştırıcı etkiye sahip. AKP‟nin kapatılması istemiyle açılan davanın, raporun hazırlanma gerekliliğini yarattığından kimsenin şüphesi yok. Zaten rapor, “AKP'nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasının sonuçlarından endişe duyulacağı”şeklindeki ifadeyle başlıyor ve üniversitelerde başörtüsü yasağı, ordu, yeni anayasa hazırlığı, vakıflar, Kürt sorunu, Kıbrıs gibi birçok konuyla ilgili tavsiyelerini sıralıyor. Raporun herhangi bir bağlayıcı özelliği yok. Ancak tam üyelik yolunda bizi bekleyen reformların yeniden ilanı noktasında bir uyarı niteliğinde olması önemli.
Rapor Anayasa Mahkemesi kararının; hukuk devleti ilkeleri, Avrupa standartları ve Venedik Komisyonu'nun siyasi partilerin kapatılmasıyla ilgili ölçütlerine uygun olması temennisinde bulunuyor. Bu bağlamda Avrupa aslında, iddianameyle ilgili çekincelerini başından beri dile getirmekten de çekinmiyor.

HERŞEY TÜRBAN YÜZÜNDEN Mİ?

AKP‟ye yöneltilen eleştirilerin başında başörtüsüyle ilgili yaptığı anayasal düzenlemeyi geniş bir reform paketi içinde değil de, tamamen çoğunlukçu bir keyfiyetle tek başına geçirmiş olması. Bu adım hem içerde hem Batı nezdinde hükümetin özgürlükler noktasındaki samimiyetine gölge düşürmeye yetti. Aslında anayasada böyle bir yasak olmadığı, uygulamaların üniversite rektörlerinin yönetmelik keyfiyetinden kaynaklandığı iddiaları bir yana, konuyla ilgili Washington Post‟ta çıkan haber mevcut traji-komedya ile ilgili dış algı haklılığını göstermesi açısından ilgi çekici: “Küçük bir bez parçası olabilir, daha fazla değil. Daha uzun olanı, daha kısa olanı, saçları kapatanı, yüzü kapatanı. Le Monde'a göre Viyana tarzı bile olabilir. Catherine Zeta Jones ve süpermodel çekiciliğiyle Naomi Campbell'ın bağladığı gibi. Ama şekli ne olursa olsun, ne isim verirseniz verin, pek çok Müslüman kadının taktığı başörtüsüyle ilgili tartışmalar bitmeyecek.”

Yaklaşık altı ay kadar sürmesi beklenen davanın karara bağlanma süreci, hergün yeni senaryo ve projeksiyonların dile getirileceği, zihni düşünme pratiklerin sınırlarının oldukça zorlanacağı da bir dönem olacak. Davanın olası sonuçlarıyla ilgili tahminler, sonrasında Türkiye‟yi bekleyenler, ekonomi-politiğin alacağı yeni şekil ve sosyal etkileri bundan sonra gündemin en ilgi çeken başlıkları olacak gibi duruyor. Yeni Şafak gazetesi yazarı Fehmi Koru şu an bu değerlendirme ve yorumlar için erken olduğu görüşünde: “Davanın akıbetiyle ilgili niyetler tahmin edilebilse bile, yargı üzerindeki baskıların devamı kapatmayla sonuçlanır mı, bilemiyorum” diyor Koru ve ekliyor: “Durumun biraz daha açıklık kazanması lazım. Neticeyle ilgili az da olsa hala bir ümit beslemek gerektiğine
inanıyorum.”

KİM, NE DİYOR?

„Anayasal düzeni yıkmaya karşı, doğrudan şiddet içeren eylemlerin odağı olma‟ dışında Avrupa‟da parti kapatmaların meşru bir altyapısı bulunmuyor. Almanya ve İspanya‟ya atfen verilen örneklerin 2. Dünya Savaşı sonrası ve Soğuk Savaş döneminin konjonktürel havasından etkilendiği bir gerçek. Almanya‟da Komünist Parti ve Sosyalist Reich Partisi yani Naziler kapatılan partiler. Sosyalist Reich Partisi Almanya'nın tarihi tecrübeleri içerisinde, Komünist Parti de o günkü Doğu-Batı Almanya'nın ayrılmasından doğan sorunlar açısından ele alınmıştı. İspanya'da da Batasuna örneği var. ETA‟nın siyasi ayağı olduğundan kimsenin şüphe duymadığı Batasuna ayrılıkçı bir şiddet örgütü olduğu gerekçesiyle kapatılmıştı. Parti kapatma şu an Avrupa‟da yasalarla son derece zorlaştırılmış bir süreç.
Kapatma davası ve ardından gelen Anayasa Mahkemesinin dava iddianamesini kabulüyle başlayan sürece tepkiler gecikmedi. Bu anlamda en ciddi tepki Avrupa Birliği‟nin genişlemeden sorumlu üyesi Oli Rehn‟in, “Kapatılma gerçekleşirse müzakereler durur.” şeklindeki açıklaması oldu. Avrupa Parlamentosu'nun Dış İlişkiler Komisyonu'nda da parlamentonun son Türkiye raporunun ele alındığı toplantıda Ankara'ya sert eleştirilerde bulunuldu. Avrupa Parlamentosu‟nun Türkiye Raportörü Hollandalı Hıristiyan Demokrat milletvekili Ria Oomen-Ruijten Türkiye'de herkesin güvenebileceği bir yargı sistemi olmadığını ve bununla ilgili çalışmalar yapılması gerektiğine vurgu yapıyor. “TBMM üçte iki çoğunlukla üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılmasına karar veriyor, fakat uygulanmıyor” diyor ve Türkiye'de herkesin güvenebileceği bir yargı olmadığını belirtiyor.

Konuyla ilgili belki de en sert tepki Türkiye-AB Karma Parlamento Eş Başkanı Joost Lagendijk‟ten geldi: “Türkiye'de siyasi sürece yargı darbesi yapılıyor. Yargı, halkın çoğunluğunun seçimine 'yanlış' diyor. Türkiye'de yargı reformu talebi konusunda tutumumuz sert olmalı.” derken dış siyasi müdahalenin yargısal normalleşme açısından gerekliliğine de işaret ediyor.
Konuya “Türkiye‟de mahkeme draması” yorumuyla yer veren The Economist dergisinin Uluslararası Haber editörü Bruce Clark ise aynı fikirde değil. Clark mevcut sorunun bir iç uzlaşı olmadan, dışardan herhangi bir yardım ya da baskı unsuruyla çözülemeyeceği görüşünde. “Sanıyorum Batı dünyasının büyük kısmı bu kadar büyük oy oranına sahip ve geniş bir tabana yayılmış bir partinin siyasetten uzaklaştırılması karşısında oldukça şaşkın bir tutum sergileyecektir” diyor Clark ve ekliyor: “Türkiye‟deki durum yasama ve yargının kendi aralarındaki anlaşmazlıktan kaynaklanmaktadır ve bu, normalleşmesi dışardan müdahalelerle çok da mümkün olmayan bir durum.”

Los Angeles Times‟ın Türkiye muhabiri Amberin Zaman‟a göre ise kapatma davasının esas nedeni hala sürmekte olan ve merkez-çevre çerçevesinde şekillenen sınıf çatışması. Davanın Batı tarafından çok temel Türkiye‟deki sınıf çatışmasının bir ürünü olarak görül düğünü söyleyen Zaman, “AKP‟yle birlikte mevcut ekonomik pastadan daha fazla pay almaya başlayan Anadolu sermayesi, devletçi seçkinler tarafından kabul edilemiyor” diyor ve ekliyor: “Aslında tüm mesele 1980‟lerden bu yana güç kazanan bu kesimin artık mevcut büyük sermayeyle boy ölçüşebilir hale gelmesiyle ilgili.”

Nasıl sonuçlanacağıyla ilgili tahminlere her gün yenileri eklense de, Türkiye siyasal ve ekonomik anlamda elde edilen birçok kazanımın tekrar gözden geçirileceği bir dönemle yüzleşiyor. Bitmek tükenmek bilmeyen tartışmaların AB sürecinden uzaklaşmakla mı, yoksa referandum söylentilerinin temel teşkil ettiği yeni bir askeri müdahaleyle mi sonuçlanacağı on bir kişinin vereceği kararla belli olacak. Bu noktada sonuca ilişkin öngörüler tamamen kişilerin içgüdüsel eğilimlerine göre şekillenecek. AB‟li gözlemcinin Türkiye-AB ilişkilerine atfen söylediği şey sanki Türkiye‟nin içinde bulunduğu durum için de söylenebilir: “Şu anda umut içinde birlikte hareket etmek, son durağın ne olacağı konusunda çekişmekten daha iyi.”

TÜRK DIŞ İLİŞKİLERİNDE EKSEN ÇATIŞMASI MI YAŞANIYOR?

Tarihinin en dinamik dönemini yaşayan Türk Dış Politikası, Davutoğlu etkisi altında, eksenler arası dengelere azami özeni göstermeye çalışıyor. Şüphe yok ki, iç ve dış dinamiklerin Türkiye‟ yi alternatif açılımlara ittiği bir dönem yaşanıyor. Genel ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin atlatılmasıyla nispeten hafifleyen iç tansiyon yerini dış ilişkilerdeki yoğunluğa bıraktı. Gerek siyasi gerek ekonomik anlamda yüzünü doğuya çevirmekle suçlanma pahasına bazı adımlar atılmakta. Cumhurbaşkanlığına seçildikten sonra düzenlediği dış gezilerin seyrine bakıldığında Abdullah Gül‟ ün dış siyaseti, eksenler arası geçiş çizgisinden hakim merkez unsur çizgisine çekmeye çalıştığı görünüyor. Hal-i hazırda dahil olunan eksenlerin boyutunu da etkileyecek bu gelişmelerin uzun vadeli ekonomik yansımalarının neler olacağı merakla beklenmekte.

Uzunca bir süredir dile getirilen “Türk dış siyasetinde Ahmet Davutoğlu etkisi” somut şekilde kendini hissettiriyor. The Economist‟ in „iddialı yeni Türk politikasının beyni‟ olarak nitelediği Davutoğlu kendisiyle yaptığımız görüşmede, mevcut gelişmelerin bir eksen kaymasından çok bütüncül bir çerçevenin parçalarının tesisi olduğunu belirtiyor: “Başta Avrupa Birliği olmak üzere Batı‟yla zaten uzun bir geçmişe dayanan ekonomik ilişkiler içerisindeyiz. Atılan adımlar yıllardır beklemeye alınan ekonomik ilişki altyapılarını yeniden kurmak olarak değerlendirilmeli.”

GÜL’ ÜN İLK DÖNEM KARNESİ

"Türkiye'nin dış politikada en önemli önceliği Kıbrıs sorununun çözümüdür; AB'nin bir parçası olmak istiyoruz; Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu'da barışa katkı yapmak istiyoruz ve Orta Asya, Türkiye'nin önceliklerindendir" açıklamasıyla yaşanacak diplomasi trafiğinin genel çerçevesini çizen Gül, ilk dış resmi ziyaretini Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne yaptı. Gül, kendisinden önceki diğer cumhurbaşkanları gibi ikinci resmi ziyaret de Azerbaycan'a düzenlendi. Bu gezinin kayda değer taraflarından biri, 7 yıl aradan sonra iş adamlarının Azerbaycan‟ a cumhurbaşkanıyla beraber gittikleri ilk gezi olması. Hemen bir hafta sonra EXPO 2015 toplantısına İzmir'in ev sahipliği yapması için Fransa'nın başkenti Paris'e giderek kulis faaliyetinde bulunan Gül‟ e bu ziyaretinde de iş adamları eşlik etti. EXPO‟ nun 15-20 milyar doalrlık bir iş hacmi yaratacağı beklentiler arasında.
Ardından biri Ankara'da, biri İstanbul'da iki önemli toplantıya katıldı. Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) toplantısının açılışını yaptı, Genişletilmiş Irak'a Komşu Ülkeler Dışişleri Bakanları Toplantısı'nda da konuştu. Geride kalan iki buçuk ayda, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, Suudi Arabistan Kralı Abdullah, İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres ile Filistin Ulusal Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas'ı Ankara'da ağırladı. Bir İsrail devlet başkanının ilk olarak TBMM‟ ye gelip konuşma yapması açısından da ayrıca öneme sahipti bu görüşme.

21 Kasım Çarşamba günü son günlerde sıkıntılar yaşayan Gürcistan'a giderek, Gürcistan Cumhurbaşkanı Saakaşvili ile birlikte Ermenistan'ı devre dışı bırakan Bakü-Tiflis-Kars demiryolu hattının Gürcistan-Türkiye bağlantısının temel atma törenine katılarak, Gürcistan'ın Türkiye ile ekonomik anlamda bütünleşmek arzusu içinde olduğunu yineledi. Bu bağlamda Gürcistan ile imzalanacak anlaşmaların önemli olduğunu vurgulanarak, bu anlaşmaların iki ülke iş adamlarına kolaylıklar sağlayacağını ve karşılıklı vergi kolaylığı getirileceğinin
sözünü de verildi. Gül, serbest ticaret anlaşması ve çifte vergilendirmenin önlenmesi anlaşmalarının, bu çerçevede karşılıklı olarak vizenin kaldırılmasının, bu yıl içinde açılan Batum havalimanının ortak kullanılmasının ve 'demir ipek yolu' adı verilen Bakü-Tiflis-Kars demiryolunun hayata geçirilmesinin ekonomik alanda bütünleşme anlamına geldiğini de belirtti.

2 Aralık‟ ta Pakistan‟ a Pervez Müşerref‟ in daveti üzerine giden Gül‟ ün hedeflerinden biri de ülkede yaşanan iç karışıklıkla ilgili de devreye girmek. Gül konuyla ilgili Pakistan‟ ın iç işlerine karışmamayla aracı olma arasındaki hassas dengesini korumaya da özen gösteriyor.

ADIM ADIM DAVUTOĞLU

Abdullah Gül‟ ün üç aylık performansı irdelendiğinde, Davutoğlu‟ nun çerçevesi çizdiği hamlelerin adım adım uygulamaya koyulduğu açıkça görünüyor. Seneler öncesinden Orta Asya‟ ya açılmanın ana yolunun demiryolu olduğunu dile getiren Davutoğlu‟ nun bu değerlendirmesi Bakü-Tiflis-Kars Demiryolu ağıyla hayata geçiyor. Hattın uzun vadede Çin‟ i Londra‟ ya bağlayacak olması atfedilen „İpek Demiryolu‟ tanımlamasını hakedeceği izlenimini veriyor. Türkiye‟ yi bir ulaşım koridoru haline de getirecek bu girişim, Türkiye‟ nin mevcut bölgelerdeki ekonomik olduğu kadar siyasi derinliğini de artıracak.

Davutoğlu tarafından kavramsallaştırılan ve realize olduğunu gördüğümüz bir başka konu da devletin ekonomi-politiğiyle ilintili. Devletin bireyler ve şirketler ile bir etkileşim içinde geliştirdiği bir makrostratejisi olması gerektiği ancak, mikro stratejisi olan toplumsal aktörlerin bu makro stratejiye nüfüz edebilmeleri ve bu stratejiyle etkileşime geçebilmelerinin şartlarının sağlandığı bir ekonomik modelin en sağlıklı model olduğuna vurgu yapan Davutoğlu‟ nun bu kavramsallaştırmasının karşılığını, Abdullah Gül‟ ün ziyaretlerine kalabalık bir iş adamı kafilesiyle gitmeye özen gösterme gayretinde görmek mümkün.

Enerjiyle ilgili adımların hayatiyetine de dikkat çeken Davutoğlu, “Türkiye önümüzdeki dönemde enerji hassasiyetini gerek kaynak çeşitlendirmesi gerek alternatif kaynakları değerlendirme yönüyle artırmak zorunda” diyerek bütçe giderlerindeki ana kalemlerden olan ve açığı belirleyen bu ana faktörle ilgili de alınması gereken önlemlere dikkat çekiyor. Uzunca bir zamandır Türkiye‟ nin uluslararası enerji projelerinin aktivasyonu ve alternatif kaynaklara yönelmeyle ilgili gösterdiği çabalar bu çizgide değerlendirildiğinde, meselenin yeterince göz önünde bulundurulduğuna işaret etmekte.

AFRİKA DA GÜNDEME ALINANLAR ARASINDA

İş dünyası için tek hedefin Avrupa ve komşu ülkeler değil, Orta Asya ve Rusya Pazarı‟ ndan sonra artık Afrika da olması gerektiğini yine yıllar öncesinden dile getiren Davutoğlu‟ nun girişimleriyle 2005 yılı „Afrika Yılı‟ ilan edildi. O dönemde Başbakan Erdoğan öncelikli gündemine Afrika ziyaretlerini dahil etmişti. Erdoğan haftasonu Lizbon‟ da düzenlenecek olan Avrupa Birliği-Afrika zirvesine de katılıyor. Bu katılım Davutoğlu‟ nun deyimiyle „Artık Türkiye‟ nin kıtalararası bir role de soyunmaya başladığının açık bir göstergesi.‟

YAPILANLAR VE GÖRÜLENLER

Atılan adımlar ve hayata geçirilen politikalar, özellikle Hamas heyetinin Ankara‟ ya davet edilmesi, Davutoğlu‟nu, Türkiye‟ nin yüzünü doğuya çevirmekle suçlayanlara yeterince koz vermekte. Mevcut siyasi açılımların uzun vadede Türkiye‟ nin uluslararası konjonktürde konumlanması açısından getireceği katkılar saklı kalmak koşuluyla, bu açılımların hal-i hazırda içinde bulunulan eksenlerden tamamen bağımsız ve sorunsuz ilerleyeceğini beklemek de hayalcilik olabilir. Zira uluslararası ilişkiler, ülkeleri ilişkileri arasında dönemsel tercihler yapmaya zorlayan dinamik bir süreç. Soğuk savaş sonrası dönemin hala tam oturmamış dengeleri de göz önünde bulundurulduğunda, bu tercihlerin hayatiyetinin kendini çok açık bir şekilde hissettirmesi oldukça muhtemel. Davutoğlu‟ nun bu endişelere yönelik tavrı da oldukça açık aslında. “İddialı bir kimlik ve siyasi söylemin cazibesi ancak ve ancak iyi yetişmiş insan unsuru ve rasyonel bir programla uluslararası ilişkilerde risksiz bir alan bulabilir. Rasyonel bir zihniyet ve stratejik bir planlama anlayışından yoksun iddialı söylemlerin Osmanlı Devleti'nin son döneminde yol açtığı riskler unutulmamalıdır.”

Bu tavrın yarattığı tek endişe, Türkiye‟ nin „iyi yetişmiş insan unsuruna‟ ne ölçüde sahip olduğu. Zira Türkiye‟ nin kendi gücünün üzerinde siyasetlere soyunmanın acı tecrübesini, dağılan SSCB‟ nin ardınan Türki Cumhuriyetlerle yaşanan hayal kırıklığında olduğu gibi, kaldırabilecek ikinci bir lüksü olduğunu iddia etmek soru işaretleriyle dolu bir önerme olurdu.

RUSYA’NIN BİTMEYEN TÜRKİYE SEVDASI


Eski Rusya Başbakanı Yevgeny Primakov geçtiğimiz hafta Tuskon’un davetlisi olarak Türkiye’deydi
Primakov şu an 79 yaşında ve hala 2001’de Putin tarafından atandığı Rusya Sanayi ve Ticaret Odası Başkanlığı görevini yürütüyor. Bu arada boş vaktinde de hatıralarını topladığı “Politikanın Mayınlı Tarlası” adlı kitabını yazmış. Eski bir KGB görevlisi. 1996’da Dışişleri bakanlığı yaptıktan sonra 1998’de Yeltsin döneminde başbakanlık yapmış bir siyasi. Yeltsin tarafından kendisine karşı aşırı güçlendiği iddiasıyla görevden alınıyor. Daha sonra Yeltsin’in istfası ve Putin’in devlet başkanlığıyla başlayan dönemde Putin’in en önemli danışmanlarından biri olarak görev yapıyor. Ortadoğu politikalarına son derece hakim. Kariyerinde 15 senelik gazetecilik deneyimi de var. “Sizleri çok iyi anlayabiliyorum. Tarafsız haber yazmaya çalışmak gerçekten dünyanın en zor işlerinden biri.” diyerek özetliyor bu alandaki deneyimini. Uluslararası arenada ne pahasına olursa olsun Rusya’nın çıkarlarından taviz vermeyen tutumuyla tanınıyor. Şu an Rusya’nın sanayi ve ticaret politikaları onun elinde.

TÜRKİYE’NİN ÖNEMİNİN FARKINDA

Dünyadaki birçok ülke için önemli bir role sahip birkaç ülkeden biri Türkiye. Orta Asya ve Kafkaslardaki yüksek politik çatışma potansiyeline rağmen bu gerçeklik Rusya için de geçerli. Sovyetler dönemindeki uzun Türki Cumhuriyetler hakimiyet tecrübesi, dağılışından sonra daha temkinli ve konjonktürel bir siyasete evrildi Rusya’da. Özellikle Putin döneminde başlayan iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişen seyri yeni Medvedev döneminde de devam edecek gibi görünüyor. Primakov bundan oldukça ümitli. Putin’in oluşturduğu tüm çerçevelerin yeni hatlar eklenerek yükselen bir trendle devam edeceğini söylüyor. “Türkiye’yle yüksek seviyede bir ilişkimiz var. Özellikle ticaretimiz sürekli gelişiyor. Bunu daha da geliştirmek ve Türk yatırımcıyı Rusya’ya daha çok çekebilmek için uğraşıyoruz.” Bu sene iki ülke arasında hedeflenen ticaret hacmi 28 milyar dolar. Birinciği çeyreğin dinamiğine bakıldığında bunun daha da artması olası. Hal-i hazırda Rusya’daki Türk yatırımlarının miktarı 4,5 milyar doları buluyor. Ruslar’ın Türkiye’deki yatırımları ise 3,5 milyar dolar civarında.

Rusya’daki yatırmları her geçen yıl artan ve bu yılki yatırımlarından 1.700 milyon dolarlık bir ciro bekleyen Rönesans İnşaat Şirketi’nin kurucusu Erman Ilıcak önümüzdeki yıllarda da Rusya’yı dış yatırımlarının ana merkezi olarak konumlandıracağını söylüyor: “Tamamen bir alternatif olarak görmüyorum ama Avrupa’da yatırım anlamında elimizi güçlendirecek şey Rusya ve bölge ülkelerindeki yatırım hamle ve başarılarımız olacaktır.” Rusya dış yatırım çekme noktasında şu an oldukça önemli ve liberal düzenlemeler gerçekleştirmiş durumda. Bunun meyvelerini de en çok doğrudan dış yatırım çeken ülkeler klasmanının ilk üç sırasında yer alarak topluyor.

SİYASETİN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI

1970 ile 1977 yılları arasında Sovyet Biilimler Akademisi’nde Dünya Ekonomisi ve Ulslararası İlişkiler Enstitüsü’nde başkan vekilliği yapan Primakov’un attığı ekonomik adımlar asla siyasetten bağımsız gerçekleşmiyor. Tüm çevre ülkeleriyle ekonomi politiğini tesis etmeye çalışan Rusya bu ülkelerin kendilerine özgü hassasiyetlerini de göz ardı etmiyor. Özellikle Türkiye’yle olan ilişkilerini asla tek taraflı değerlendirmediklerini belirtiyor Pimakov: “Türkiye’nin NATO üyesi bir ülke olmasının ve Avrupa Birliği üyelik statüsünün ilişkiler önünde engelden çok destekleyici olduğunu düşünüyoruz. Türkiye’nin AB üyeliğini samimiyetle destekliyoruz.”

Rusya’nın önemle üzerinde durduğu bir diğer ülke de Irak. Bu anlamda Primakov birkaç hafta önce Kuzey Irak’taki Erbil şehrine bir ziyaret de gerçekleştirdi. Bölge’nin şu an Irak’ın siyaseten en istikrarlı bölge olması Rusya’yı buradaki yatırımlar için iştahlandırmaya yetiyor. Türkiye’nin hassas karnı olan bölgeyle ilgili yersiz endişeler taşınmaması gerektiğini de söylüyor. Gerek Talabani gerekse de Barzani ile yaptığı ikili görüşmeler neticesinde hiçbirinden bağımsızlıkla ilgili en ufak bir kelime duymadığını belirtiyor ekliyor: “Gerçek bir özerklik istiyorlar. Bağımsızlık istediklerine dair görüşler gerçeği yansıtmamakta.”

Ne şekilde olursa olsun Rusya özellikle enerji alanında Türkiye için vazgeçilmez konumda. Türkiye’nin Rusya’yı dışarda bırakacak bu yöndeki adımlarını ne derece tolere ettikleri şüpheli olsa da, Rusya için de bu kadar çok eksenle aynı anda ilişkide olan ve herbiri için hayati öneme sahip bir Türkiye ile ilişkilerini istikrarlı bir zemine oturtmak, hem kendisi hem de bölge için en sağlıklı politika olmaya devam edecek gibi duruyor.